12 Ocak 2009 Pazartesi

ISSIZ SALONLAR part II


















Issız Salonlar Part I

Yazının ilk bölümünde “Taraftar kısmına gelmeden önce kulüplere bir değinelim” dedik ama nasıl doluysak, onca paragrafta bitiremedik işin kulüp ayağını. Konunun kürkçü dukkanı yine “Kulüp Takimları” olacak tabii ki fakat biz işin insan boyutunu es geçmeyelim.

Spor Sergi’nin kuyrukları şimdilerde sadece hoş birer anı. Zaman zaman eski maç görüntüleri “Ulan ne güzel…” dedirtse de artık bunları yakalamak (en azından kısa vadede o istikrara kavuşmak) imkansız gibi bir şey. Bu karamsarlığı ortaya getiren tablonun en büyük nedenlerinden birisi, basketbol gibi popüler bir sporun şehrin göbeğindeki, hatta can damarındaki bir merkezden alınıp, uzak yerlere (Zeytinburnu, Ümraniye, Maslak) konulması belki ama tek nedenin bu olduğunu düşünmek de safdillik olur. Peki ne?

Dört çeşit düşünce / hareket tarzı oluştu zaman içerisinde. Bunlardan birincisine “tutkunlar” diyelim. Maçlar nerede olursa olsun gitmeye çalışan, bunu hayatlarının bir önceliği haline getiren ve hatta hasbelkader bir altyapı maçına bile denk gelse, girip takımına destek veren insanlardan bahsediyoruz. Çok ama çok azınlıkta olmalarına ragmen, salonlardaki insan yokluğundan ötürü çok etkili oldular, oluyorlar.

İkinci gruba “Mangalcılar” diyelim. Hesapta sporu çok seven ve konuştukları zaman üfürdükleriyle mangalda kül bırakmayan bu arkadaşlar “Her Türk asker doğar ama sonradan kışlayı ertelemek için on takla atar, lakin aynı zamanda teknik direktör doğar ve ölene kadar öyle kalır” kuralının yılmaz savunucusudurlar. Pivotlar pivot, guardlar guard, smaçorler smaçor, liberolar libero, hocalar hoca değildir. Üzüm bulmuştur ama senelerdir kılsızını, pardon çekirdeksizini aramaktadır. Bulmadığı müddetçe de maça gitmeye niyeti yoktur. Billur Tuz’un akması gibi, internette yazar, yazar, yazar…

Üçüncü grup, sporu gerçekten seven ama çağın artan iletişim imkanları tarafından üşengeçliğe itilen kişilerdir. Odasında oturarak bir yandan internete giren, bir yandan Avrupa ligi maçları başta olmak üzere, sürüyle kanaldan, sürüyle spor organizasyonu seyreden bu insanlar için maça gitmek; oturdukları yerden ve kavuştukları keyiften mahrum olmanın yanında, üstüne üstlük bir de İstanbul keşmekeşiyle boğuşarak sinirleri yıpratmak demektir. Tek tıkla on ayrı yerde olabilmek varken, eziyet çekmek işlerine gelmez. Onlar da gitmemeyi seçerler. Kırk yılda bir, çok önemli bir maç olursa, lütfen uğrarlar salona.

Dördüncü ve son grup, sporla hiç alakası olmayanlardan oluşur. Bu grubun, nispeten gençliğini geride bırakmiş mensuplarımın futbol ile alakası, lise yıllarında duyduğu Rıdvan, Tanju, Feyyaz isimleriyle birlikte çok gerilerde kalmıştır. Basketbol topu da onlar için sadece rengi turuncuya çalan bir küredir. Daha genç arkadaşlar ise müzikti, dersti, aşktı, meşkti derken sadece adet yerini bulsun diye, “Falancasporu tutuyorum”da kalmış, tribün ve katılım anlamında bir adım ileri gitmemiştir. Hayatından ve bu hayatın içerisindeki eğlence / zaman geçirme unsurlarından memnundur.


















Yukarıdaki dört paragrafın ilk ikisinde anlatılanlar için ekstradan bir şey yapmaya gerek yoktur. Tutkunları zaten parçalasanız salonlardan ayıramazsınız. Mangalcıları ise gitmeye ikna etmek için parçalansanız, kifayetsiz kalırsınız. Dolayısıyla bizim konumuz üçüncü ve dördüncü gruptakiler. “Ne yapılmalı?”ya geçmeden önce, bir paragraflık ara.

Hayat artık Spor Sergi yıllarındaki gibi değil. Dışarı çıktığınızda yapacak onlarca şey, gidecek onlarca yer bulmak mümkün. Buna internet ve televizyon gibi eve kapanma sebeplerini de (!) ekleyecek olursanız, insanların basketbol veya voleybol izlemek için İstanbul trafiği çekmek istememelerini anlayışla karşılayabilirsiniz. Peki bunu anlayışla karşılamak doğru mu? Spora duyulan sağlıklı bir ilginin insan vücudunda ve zihninde sayısız faydası olduğu bilinirken, kitlelerin spordan bu kadar uzak kalması, toplum dinamiğinde onulmaz yaralar açmaz mı? Eskiden boş arazilerde, iptidai ve belli bir vücut disiplinine dayanmadan da olsa kendine oyun alanları yaratan çocukların yerini alan nesiller, bunları sadece geçmişten gelen yazısız bir kural gibi devam ettiriyor. Aşınıp, yok olması belki on yıllar daha alacak bir kural ama sonsuza giden bir şey değil. Bu yolun çıktığı yer olan “Spor Sevmeyen Toplum” her girenin pişman olacağı bir çıkmaz sokaktır.

Gelelim yapılması gerekenlere. Artık giden nesiller gitti sayılır. Yenileri yakalamak zorundayız. Yani öncelikle okullardan, okullara “Devletin Bakışı”ndan başlamalı. Aslında, bu noktada, sıralayacağimız bütün “Yapılsa iyi olur”ların, olmayacak duanın sonuna konan aminler gibi durduğunu görüyoruz. Bunun nedeni de belki asırlarca süregelen tebaa mantığı yüzünden, belki de başka sebeplerden ötürü halkımızın, ekseriyetle arkadan biraz ittirilmedikçe, kendi yaralı parmağına bile oksijenli su dökmeyen bir zihniyete sahip olması. Bu sebeple mebus kontenjanından Meclis’e girip, halkı temsil / teşvik makamını, başarı kazanmış sporcuların ziyaretine açik bir misafir odası, görevini de bu insanların getirdiği formayla gülerek poz vermek sanmayan bir Spordan Sorumlu Devlet Bakanı ile, icraatinin bedava ders kitapları dağıtmak ve öğretmen atamalarında “Yurdun her karış toprağının aynı kutsiyette olduğunu” söylemekten daha başka şeyler de gerektirdiğini bilen bir Milli Eğitim Bakanı’na ihtiyaç var. Bu iki bakanlık, aslında yan yana durarak bir zihniyet devriminin öncüsü olmalı ama nerde?
Beden Eğitimi dersini bin yıllık klişelerden, mesela “Hocam eşortmanlarını getirmeyenler sınıfa çıksın mı?” ya da Benim sadece alt aşortmanım var, hocam? Süveterimle geleyim mi?” şeklindeki eşofman krizlerinden kurtarıp, sporun "nidüğünün" ve "nasılının" öğretildiği bir kısım teorik dersler haline getirmek ve pratiği de düz / ters / kasa üzeri taklalardan sıyırıp, topluca profesyonel bir idman izlemenin akabinde yapılan belli başlı sportif hareketler şekline sokmak, zorlu ve zararlı bir devrim midir ki yapılmaz? Göstermelik bir okullar arası turnuva değil, katılımın zorunlu olduğu ve formalara kadar tüm masrafların bağış cukkacısı okullarca (zor durumdakilere devlet yardımıyla) karşılandığı mahalli turnuvalar düzenlenmesi için Milli Eğitim ilgililerinin kafasına taş mı düşmesi gerekir?

“Gitti sayılan” eski nesillerden bir kısmını kurtarmak hala mümkün. Basketbolu, voleybolu, muhtelif salon sporunu ilgi çeker bir hale getirmek için teşkilattan ümidi kestiğimiz noktada, yazının başında “kürkçü dükkanı” dediğimiz kulüplere dayanıyor konu. Fakat burada da bir hayal kırıklığı bekliyor bizi. Öncelikle maçları bedava ya da 1 Lira yapmakla salona seyirci çekilemeyeceğini, kulüp takımlarının anlaması gerekiyor. Bu şark kurnazlığından başka bir şey değil. Bundan bir kaç sene önce, tilki başka yerden girmiş; Fenerbahçe Bayan Basketbol Takımı, Caferağa’da bir maça çıkarken şube kaptanının keyfi iradesiyle bir anda % 100 zamlanarak 10 YTL olan biletler, salon önünde bilet almak için bekleyen öğrencileri üzmüştü. Akabinde bıyıklı müsebbib karşısındakileri adamdan saymayıp, “Tamam, hadi bedava olsun” diyince de ummadığı bir tepki ile karşılaşmıştı. Sonra bin bir özür, yanlış anlaşıldım vs. Bütün bu samimiyetsizliklerden uzak kalarak, taraftarına ulaşım rahatlığı sağlamak için çareler düşünen, onları maçtan maça bilet için koşturmadan düzgün kombine uygulamalarü çalıştıran bir kulüp olmak çok mu zor? Zor olmalı ki başarılamıyor. Taşıma adamla taraftar değirmeni döndürmeye calışan müesseseler de başarısız olunca, salonlar işsiz kalıyor.























İlk bölümü, müessese kulüplerine onca yüklendikten sonra, “Hırsız kabahatsiz mi?” kabilinden “Meydanı müesseselere bırakanlarin suçu yok mudur?” diye sorarak bitirmiştik. Bu yazıda da spor kurumlarına ve kulüplere sallar gibi olduktan sonra, yine aynı paralelde bitirelim.

Kabul, manyaklığın lüzumu yok. Yani bu satırların yazarı ve tribün omuzdaşları gibi, hafta ortasında işi gücü bırakıp, bayan basketbol / bayan voleybol deplasmanına ya da Pazar sabah ezanını müteakip, pankartlarla kürek yarışlarına gitmek gibi eylemler; dönüşte eve uğramak yerine, La Paix Fransız Akıl Hastanesi’ne topluca giriş yapılmasını daha makul kılan şeyler gibi gözükebilir. Çoğunluğun böyle organizasyonlara kalkışmaması, belki de mantıklı olandır. Peki, koskoca metropolde yaşayan onca milyon insanın, kücücük salonu doldurmayanların sucu yok mu? İstanbul’un göbeğindeki 500 kişilik salonlarda sadece ayakkabı gıcırtılarının yankılanması acı değil mi?

by Canarino

4 yorum:

megat dedi ki...

Hi!! Your blog are very ingenius and nice. I hope follow my blog.

Radical Media dedi ki...

3 İstanbul takımının amatör branşları haricinde kulüp takımları voleybol ve basketbolda devamlı harcanıyor. Özellikle Basketbol federasyonu Osman Solakoğlu döneminden itibaren Old McDonald ve Ali Baba ekolleriyle ( Bkz: çiftlik ) yönetiliyor hep. Göztepe , Altay, Kuşadası , Ortaköy , Beykoz takımlarını bu federasyon ( başkan bazında konuşuyorum ) resmen kıyma makinasından geçirdi. Bir de aynı futbolda olduğu gibi antrenör / simsar ekürileri zaten sınırlı kaynak ayırabilecek kulüp takımlarını bu işden uzak tutuyorlar.Bu ülkede maç boyunca ortağının getirdiği Amerikalı Basketbolcuyu gazlayan çok saygın basketbol spikerlerimiz var . Şampiyonluk için değil ama ligde kalmak için takım kuracaksanız oyuncu / antrenör maliyetleri futbolla yarışıyor. Müessese takımlarıysa kısa sürelerde nasıl soyulduklarını anlayıp arkalarına bakmadan kaçıyorlar. Ayrıca milyonlarca dolar aktardıkları takımların gazetelerde kibrit kutusu kadar yer almaması da cabası. Ülker'in takımı niye dağıttığını ve 3 İstanbul Takımı tarafından nasıl haraca bağlanmak zorunda kaldığını ilgilenenler bir araştırsınlar. Voleybol için de söylenecek çok şey var . Örneğin Eczacıbaşı , Süleyman Ferit'in ( hanedanın kurucusu diyelim ) kurduğu Altınordu'nun amatör branşlarını çatısı altına almaz anlamak mümkün değil. Bilmeyenler için not : Altınordu Basketbol Türkiye Ligi'nin ilk şampiyonudur ve Futbol Takımının 2.500'ü kemik , ama sene de 5 den fazla maçına giden 6 - 7.000 taraftarı vardır. Altınordu'nun iyi bir basketbol takımının veya voleybol takımının maçına her maç 1.500 - 2.000 seyircisi gelecektir.Kulüp yöneticileri de sponsorları gökten düşmüş paralı enayiler olarak görmekten vazgeçmeliler tabii. Şu an spor salonlarının durumuna gelince TV' de Hep Kazanan Futbol Takımı seyretmeyi taraftarlık zanneden zihniyet oralara gelmese daha iyi . Şu an salon sporları karşılaşmaları kadınlı erkekli rahatça gidilip gelinen yerler. Hiç olmazsa bu bozulmasın. Son olarak , kadın branşları bir nevi "pozitif atrımcılık" ürünüdür. Bütün dünyada üst düzey bazı turnuvalar , şampiyonalar haricinde zaten neredeyse seyircisiz oynanıyor kadın takımlarının maçları...

Minero dedi ki...

Bence millet olarak spor bilincimiz yok.Spor bilinci için de refah seviyemiz yok ne yazık ki.Ben şanslı bir çocuktum Matematik öğretmeni babam gerçekbir sporsever ve bunun yanında FIHA kokartlı bir Hentbol hakemi idi. Bu yüzden çocukluğum Malatya Kapalı spor salonunda geçti.Yine ortaokul çağımda gençlik ve spor il müdürlüğüne spor yapmak için devam ettim(masa tenisi). İş üniversite ve İstanbul olunca farklılaştı. Bireysel olarak spor yapıyor insan ama büyük bir avrupa maçı olmadıkça ve arkadaş çevrem benimle gelmeyince evimin yakınındaki Abdi İpekçi'ye uğramıyorum. İTÜ'nün basketbol takımının bu seneki transferleri en azından ders sınav sonrası salona izleyici olarak gitmemizi sağlıyor. Ama her arkadaşım benim gibi maç izlemekten keyif almıyor. Sonuç ortada. İstanbul Teknik ünivseritesinin 3 spor salonu, bir sağlıklı yaşam merkezi ve bir Olimpik yüzme havuzu var fakat talep çok sınırlı. Toparlarsak bizim ülkemizin en büyük eksikliği temel eğitim eksikliği. Spor bilincinden çok daha temel bilinçlerden yoksunuz. Bu ülkenin her alanda kalkınması için temel eğitim hamlesi yapması gerekir. Ne yazık ki bu çağımızın siyaset anlayışı ile imkansız. Ne yazık ki bence bir Ütopya'dan ibaret bu düşünü kurduğumuz gelişim...

Ömer dedi ki...

Ilk resim Ankara Aski'den degil mi? Yer olarak issiz kalmayi kokune kadar hakeden bir salon. Ankara'nin Olimpiyat Stadi diyebiliriz.